Gülistan Karasu
Hayat yolculuğunda ilerlemenin yolunu ararken yazmanın iyi hissettirdiğini, iyileştirdiğini keşfeden bir kâşif.

Yaldızlı Sandık- Kırkyama Bohça

En dirençli parazit hangisidir? Bakteri mi? Bir virüs mü? Bağırsak solucanı mı?

Fikir.

Dirençli ve son derce bulaşıcı. Söküp atmak neredeyse tamamen imkânsız. Biçimini almış ve kavranmış bir fikir yapışıp kalır.

İnception filminin başrolündeki Leonardo DiCaprio’nun (Cobb) bu sözlerinden ne alamayız?

Biz hangi fikir tarafından yönetiliyoruz?

Hangi fikir bizi halsiz, dermansız bırakıyor?

Hangi fikre tutunup kalıyoruz?

Tutunduğumuzu neden bırakamıyoruz?

Görünene aldanıp, perdenin arkasını idrak edemediğimizden olabilir mi?

Söz söylemek için konuşanı, sesini yükselteni duyuyoruz da sessiz ve sakin sözünü dinleteni anlamıyoruz.

Holywood film setleri gibi dışarıdan gösterişli olanı görüyoruz da arkasının boş olduğunu bilmiyoruz.

Denizin yüzeyindeki eğlenceyi seviyoruz da derinliğindeki zenginliğinden bihaberiz.

Baskıyla dediğini yaptırana, sahneye çıkana, mış gibi yapana özeniyoruz da yumuşaklıkla çözüm bulanı, sadeliği, olduğu gibi olanı ciddiye almıyoruz.

Duymak istediklerimizi söyleyene aldanıp, duymaya ihtiyacımız olanı söyleyene kızıyoruz.

Güzelleme yapıyoruz bizi anlamayana, anlayan hep anlayışlı olduğundan fark etmiyoruz.

Azıcık verenden dahasını alırsak iyi hissedeceğimize inanıp etrafında pervane oluyoruz da her zaman sırtımızdaki eli, destek vereni yok sayıyor, görmüyoruz.

Öyle bir zaman geliyor gerçeğin kafamızda canlandırdığımız gibi olmadığını anlıyor yüzleşiyoruz. Her yüzleşmede kurguladığımız dünyanın bir katmanı yıkılıyor.

Yüzleşmeler devam ettikçe hayalimizdeki dünya katman katman yıkılırken sarsılıyoruz.

Tüm bunları anlatmanın yolunu ararken ortaya bir masal çıkarıyoruz.

Bu masal kendini kandıranlar için

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken zamanlardan birinde yaşayan kahramanımızın çok kıymetli yaldızlı sandığı varmış. Bu sandık o kadar süslü, göz alıcı, dikkat çekiciymiş ki yanından hiç ayırmaz, gittiği yere taşırmış.

Gece yatarken, yemek yerken, bahçe işlerini yaparken, yürürken ve koşarken bir kuşakla kendine bağlarmış. Sert, köşeli ve ağır olmasına rağmen yaldızlı sandığa göre şekil alırmış. O kadar alışmış ki canının acısına hep böyle olmalı, herkes böyle yaşıyor zannedermiş. Hep hasta hep yorgun hissedermiş ama bunun sebebini bulamazmış. Bu sandığın ona ne zaman geldiğini ne zamandır taşıdığını hatırlamazmış.

Kahramanımızın bir de kırkyama bohçası varmış. Bohçanın içinden; acıkınca yemek, hasta olunca ilaç, bazen kitap, yolunu kaybedince harita alırmış. Üşüdüğünde içini boşaltır üstüne örtermiş. Bu bohçayı yanında taşımasına gerek yokmuş çünkü kimsenin dikkatini çekmezmiş. Herhangi bir yerde kalabilir ve istediği anda onun içinden ihtiyacını alabilirmiş. Yumuşacıkmış, şekilden şekle girebilir cebine bile koyabilir öyleyken hiç canını acıtmazmış. Bu bohçaya özen göstermezmiş ne de olsa ona istediğini yapabiliyor bazen köşeye atıyor bazen bırakıp gidiyor ama sonuçta içinden istediğini alıyormuş.

Günlerden bir gün ormandan evine odun taşırken gizemli biriyle rastlaşmış. Siyah pelerinin kapüşonunu başına geçiren bu kişinin yüzünü görmemiş ama söyledikleri aklından çıkmamış.

Demiş ki hem odun taşıyorsun hem bu sandığı. Neden kendine eziyet ediyorsun? Bari birini bırak. Yükün ağır olmalı, yavaş ilerliyorsun.

Kahramanımız cevap vermiş; odun, ısınmak ve yemek pişirmek için ihtiyacım, bırakamam.

Hemen sormuş gizemli kişi peki ya o sandık? İçinde ne var da hiç yanından ayırmıyorsun?

Bir anda zaman durmuş sanki. O güne kadar içinde ne olduğunu hiç merak etmemiş. Biliyormuş hatta eminmiş, içinde kıymetli şeyler var diye düşünürmüş. Odunları ve sandığıyla usul usul, yorgun argın evine vardığında merakına yenik düşmüş. Önce kuşağı çözüp sandığı yere bırakmış. Bir hafiflik gelmiş gelmesine de yıllardır en kıymetlisi olanı yere bıraktığı için suçluluk duyuyormuş. Etrafında dolanmış, bir o yanına bir bu yanına bakmış. En sonunda sandığı açıvermiş.

Sandığı açmasıyla evinin içine kötü kokular yayılmış, hemen kırkyama bohçayı alıp ağzını burnunu kapatıp sandığın içine bakmış, kapkaraymış, örümcek ağları köşelerinden sarkarken, ölmüş böcekler de varmış. Yaşadığı hayal kırıklığı, gözlerinden süzülen yaşlarla dökülürken kırkyama bohçasına sarılmış.

Tam o sırada bir peri omzuna dokunmuş ve demiş ki; sen bu sandığı ölene kadar taşıyabilirdin, çok şükür şimdi sırtından indirdin. Her derdine derman olan bohçan da olmayabilirdi yine şükür ki var. Bugüne kadar içi boş bir sandığı taşıyarak kendine yük ettin, bundan sonra bohçanı yanında taşı hem bohçana kıymet vermiş olursun hem de içinden sana verileni daha rahat alırsın.

Masalımız burada biterken gökten üç elma düşmüş biri kahramanımızın başına, biri yazarın başına biri de okurun başına.

Kısacası; ne zaman ve neden sahip olduğumuzu hatırlamadığımız bir fikir, bize yıllarca yük olabilir ve bir gün bunu anladığımızda sarsılabilir bir kayıp yaşamışçasına yas tutabiliriz. İşte o zaman önce kendimize sonra kırkyama bohçamıza sarılırız.

Sizin bırakamadığınız yaldızlı sandığınız var mı?

Ne zamandır taşıyorsunuz?

Sizce içinde ne var?

Peki ya kırkyama bohçanız, o nerede?

 

 

Yorum Bırak

Cart
  • Your cart is empty Browse Shop
    Select the fields to be shown. Others will be hidden. Drag and drop to rearrange the order.
    • Image
    • SKU
    • Rating
    • Price
    • Stock
    • Availability
    • Add to cart
    • Description
    • Content
    • Weight
    • Dimensions
    • Additional information
    Click outside to hide the comparison bar
    Compare