Halim yok kendimi anlatmaya, anlaşılmak için çabalamaya. Kalbim acıyor. İçimden gelen, yalnız kalmak. Biriktirdiğim kırgınlıklarım dolduğu yerden taşıyor şimdi. Duygusal tepki vermek istemiyorum, hep mantıklı davranmak da kendime haksızlık gibi geliyor. Henüz çıkar yol bulamadım. İşten eve, evden işe, erkenden uykuya.
Bir ilişki krizinden sonra yazılmış mesaj bu okuduğunuz. İlişkilerdeki eşleşmeler nasıl oluyor da birbirine benziyor ve sonu hep aynı bitiyor? Bu illa kadın erkek ilişkisi olmak zorunda değil. Arkadaşlık, anne- baba ve hatta kişinin kendiyle olan ilişkisinde de geçerli olabiliyor. Olay örüntüsü, oyuncular, diyalog değişmiş gibi görünse de tema aynı kalıyor.
Sonuç; anlaşılmamanın getirdiği acı, daha da acısı anlamayacak olana halini anlatma çabası. Görmezden geldiklerinin üstüne sabrını taşıran o son tavır, uykudan sert bir tokatla uyandırılma hissini veriyor. İnsanın böyle bir çabaya girmesinin sebebi ise anlamayacak olan, seni anlarsa işte o zaman yaşadıkların anlam bulur düşüncesi. İnsan bu düşünceyle çırpınıyor, aynı şeyleri defalarca anlatıp duruyor. Bu hali sonlandırmanın tek yolu kendi davranışını değiştirebilmek. Bunun için ilk adım anlaşılma beklentisini bırakmak.
Nasreddin Hoca karısıyla bir yaz gecesi damda yatarken, artık ne olduysa olmuş, damdan aşağı düşüvermiş. Gürültü patırtı derken, Hoca’nın başına toplanmışlar. İçlerinden biri:
– Hocam, hâlin nicedir; ne yapalım, deyince:
– Tez, demiş, bana damdan düşen birini getirin. Hâlimden ancak o anlar!
Benim uzun uzun yazmak istediğimi, Nasrettin Hoca ne güzel anlatıvermiş bir cümlede.
Hiç yokluk görmemiş biri, kıt kanaat geçinmiş birini anlar mı?
Peki ya hiç şiddete maruz kalmamış biri, her gün dayak yiyeni?
Sabaha kadar eğlenerek uykusuz kalmış biri, çocuğu hasta olduğu için uykusuz kalanı anlar mı?
Ya da akşama kadar oruç tutup iftarda istediğini yiyebilen, akşama iftar sofrasını dahi kuramayanı anlar mı?
Nasrettin Hoca’nın dediği gibi hiç damdan düşmeyen, damdan düşenin halinden anlar mı?
Kuru fasulye ile kuru soğan
Bir kadın düşünelim, akşam yemeğine arkadaşını çağırır. Bir gece önceden kuru fasulyeyi ıslatır, haşlar. Soğanı, eti sırasıyla kavurup salçayı ekler. Üstüne kuru fasulyeyi katar. Kısık ateşte özleşene kadar usul usul pişirir.
Serer masa örtüsünü, tabakları yerleştirir. Arkadaşı bir baş kuru soğanla çıka gelir, vurur yumruğunu soğana, yemek yendikten sonra senin yemek ve benim kuru soğanla ne güzel karnımızı doyurduk der.
Onları doyuran hangisidir peki? Kuru fasulye olmasa, soğan bir başına yenir mi? Soğansız kuru fasulyenin tadı çıkar mı? Zaman harcanmış, emek verilmiş yemekle, bir baş kuru soğan denk tutulur mu?
Derdi karnını doyurmak olan, halinin anlaşılmadığını görünce diyemez hiçbir şey. Sonuçta arkadaşını yemeğe davet eden kendisidir. Neticede misafirdir, kalıcı değil geçicidir. İşte bunu hatırladığında kendinden başka kimseye diyeceği bir şey yoktur.
Derdi yemeğin tadını çıkarmak olan, önüne hazır konmuş yemeğin geçmişini teoride bilse de hangi duygu, hal ve özenle pişirildiğini anlayamaz. Anlamasına da gerek yoktur davet edilmiş, karnını doyurmuş ve gidecektir. Üstelik eli boş da gelmemiştir.
Nihayetinde ev sahibi anlar ki, her gün olacak şey değildir yemeğe misafir almak. Tek kişilik sofrasını kurar Allah ne verdiyse doyurur karnını. Herkesin onu anlamasını beklemeyi bırakır. Sofra duasının peşine ekleyiverir, halden anlayanla buluşma niyetini.